Abdurrahman ZEYNAL yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdurrahman ZEYNAL yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2016 Salı

Çaresiz Kalıp Ölümüne Yürüdüm Zeynel Yazısı

Yıl 1973 Şubat. Hani şair şöyle demekte; Yılın ilk ayı ocak/ Kar yağar kucak kucak/ İkinci ay Şubattır/ Soğuğu pek berbattır, dedirten cinstendi. Evet kış olanca ağırlığıyla Doğuanadolu ve Erzurum yaylasına  çökmüş, tüm şiddetiyle devam ediyordu.
Kar Daphan ovasında yer yer bir metreyi aşmış,sıcaklık ise eksi 20-40 derce arasında seyrediyordu. Ağaçlar kardan adama dönmüş kaskatı kesilmiş, adeta kardan tümsekleri andırıyorlardı. Köy yolları ancak at kızaklarının izleri biçiminde yaya yoluna, şehirler arası yollarda kara yollarının açtığı, etrafın görünmediği, buz dağlarına dönüşmüştü. Okula gitmek için her gün Tazegül, Kandilli, Aşkale arasında gidip geliyordum. Askeri revo servisimizdi. İkinci yarı yılda Şubat soğuklarının zirve yaptığı bir gün okuldan bir kaç dakika geç çıkmamla Servisimi kaçırmam bir olmuştu.
O gün servis beni almadan gitmişti.
Cepte para olmadığı gibi, kalacağım yerde yoktu. Çaresizdim. Köye dönmeliydim ama nasıl? Derhal istasyona koştum. Treni sorduğumda gece saat 2 de geleceğini söylediler. Ayaklarımın bağının çözüldüğünü o an hissettim.
Aşkale tren istasyonu ile Tazegül köyü arası 20 kilometre idi. Bu yol nasıl yürünür? Şubatın ayazı bir tarafta, Karasu'yun sazağı öbür tarafta idi. Karnım aç, sırtımda palto yoktu. Ayaklarımda kara lastik, elimde meşin bir çanta vardı. Çare yok yola koyuldum. Küçükgeçit köyüne kadar gündüzdü. Zaten yolda tehlikesizdi. Tüm ümidim arkadan gelecek bir arabanın beni almasıydı. Ne yazık ki yol gittikçe uzuyor, hava soğuyor, artık gelen gidene ise hiç rastlamıyordum.
Küçükgeçit köyünü geçmiş, köşeyi dönmüş, Kayışkırana doğru yürüyordum. Yol artık karanlık olmaya başlamış, ayaz tüm şiddetiyle tabiata hükmetmeye başlamıştı. Ayaklarımda anamın dokuduğu yün çoraplar ile sırtıma dokuduğu yün kazaktan daha kuvvetli bir şey yoktu. İçimde bir korku belirmiş, tehlikeli yolda kurda kuşa yem olmak veya donarak ölmek aklımdan çıkaramadığım vakıaydı.
Korkuyordum. Kesik köprüdeki askeriyenin çöplüğünde köpekler havlıyor, uzaklardan kurt ulumaları geliyordu. İçimden ah bir Kandilli'ye varabilsem diye düşünüyorum, fakat yol uzadıkça uzuyordu. Artık çevrede ayaklarımın yere temas ederek çıkardığı seslerden başkasını duymuyordum. Saat 15'de yola çıkmış, akşam ezanları, yatsı ezanları çoktan okunmuştu. Dile kolay 20 kilometre gidecektim. Zaman nasıl geçmiş bilemiyorum birden Kandillinin ışıkları gözlerime ilişti.
Artık Kandilliye 2 kilometrelik mesafedeydim. İçimden Kandilliye gidecek, açık olan kahvelerden birinde ısınacak sonra kahvelerden çıkacak Tazegül'lülerle yola koyulacaktım. Ancak beklediğim olmamış, Kandilli sokaklarında in, cin top oynuyordu. Lambalar sönmüş, zaman epey ilerlemiş, olmalı ki herkes uykuya geçmişti. 16 kilometre yol yürümüş sevineceğim anda sevincim kursağımda kalmıştı.
Başka çare yok tekrar yola koyuldum. Bir taraftan Karasu'yun sazağı adamı felaket şekilde dondurabilir veya ıssız köy yolunda her an kurtlar yolumu kesebilirdi. Allaha sığınıp giderken Karasu köprüsünü geçmiş, yanığın yamacı tırmanmıştım.Eh köy yolunu yarılamıştım. Birden seslerin bana doğru yaklaştığını duymuş, kulağımı seslere doğru yönlendirmiştim.
Babam gelmediğimi görünce okul arkadaşlarıma sormuş, onlardan cevap alamayınca köylüler meşalelerle beni aramaya çıkmışlardı. İşte ilk kafileyi gördüm. Müthiş sevinmiş, hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Donmamış, kurda kuşa yem olmamıştım. Yaşatan yaşatıyordu.
Neyse babamlarla karşılaşıp yanlarında getirdikleri çullara sarıp beni köye götürdüler. Soğuktan ve korkudan müthiş bir gün geçirmiş, ancak gece saat 22'de köye ulaşabilmiştim.
Köylüler evlerine dağılırken bizde anamın göz yaşları içinde eve girmiş, tezek yanan sobanın yanına oturmuştum.
Dilim dönmüyor konuşamıyordum. Yemek yiyip yemediğimi hatırlamıyorum. Tüm yorgunluğumla kendimden geçmiş derin bir uykuya dalmıştım.

Abdurrahman ZEYNEL

16 Kasım 2015 Pazartesi

Hafız Faruk Kaleli - Zeynal Yazıları

          1896 yılında Hasankale'de doğdu. Bu yıllarda Hasankale "İptidai Mektebi ve Rüştiyesinde" okudu. Bu arda "Kur'an-ı Kerimi" ezberleyerek hafız oldu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere alındı. Temel eğitimden sonra Çanakkale'ye gönderildi. Çanakkale savaşlarının o acımasızlığını gördü, vatanı uğruna savaştı. Akif'in İfadesiyle "Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler/ Seyret ki Mehmetçiği bu tehdide güler" dediği olayları bizzat savaş meydanında yaşadı.

          Askerlik dönüşü Hasankale de muallimlik yapmaya başladı. Bir süre sonra 200 kuruş maaşla Erzurum'da Hasanibasri İlk mektebinde göreve başladı. Bundan sonra sırasıyla; İsmet Paşa Mektebi, kısa bir süre Tazegül köyü sonrasında Evrenni Köyü İlk Mektebi, Tivnik Köyü, Kan Köyü ilk mekteplerinde ve Cumhuriyet İlk Mektebinde görev yaptı.

          Yıllar sonra Hafız Faruk Kaleliyi Erzurum'da Veyis Efendi İlkokulunda görmekteyiz. Faruk Hoca 22 Kasım 1947 yılında hastalanır. Hastanede ameliyat sırasında vefat eder. Daha 51 yaşındadır.

          23 Nisan 1337 yılında başladığı muallimlik görevi böylece sona erer. Hafız Kaleli yukarıda isimlerini zikrettiğim okullarda yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, böylece milletine bu yolla faydalı olmaya çalışmıştır.

          Hafız Faruk Kalelinin öğretmenliğinin yanında müziksel kişiliği de vardır. O;  Türk Halk müziğinin iyi bir derleyicisi olmasının yanında güzel sesiyle türkülerin icrasını da gerçekleştirmişti. Halk evinin güzel Sanatlar kolunda, Murat Uraz ve Sıtkı Dursunoğlu hocayla birlikte çalışmış yanık sesiyle Erzurum'a gelen misafirlere türküler okumuştur.

           Faruk Kaleli daha çok İbrahimiye ve Tatyanıyla tanınmıştır. Toplantılarda müzik söyleyenleri beğenmeyince "Anan ölsün oğul nede murdar sesin varmış, hele sen sus ben başlayayım " der söyleyeceği türküleri hemen oracıkta icra edermiş. Çok sayıda Türküyü derlemesine karşılık, onun bir ses kaydı ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.

           Hafız olduğu için güzel Kuran okur, kandil gecelerinde yanık sesiyle mevlit okuyup dinleyenlerini mest edermiş.

           Hafız Faruk Kaleli Çanakkale'de yurdunu savunan asker, mekteplerde muallim, folklor sahasında türkü derleyicisi, toplantılarda türkü icracısı ve bunlardan öte iyi bir Erzurumluydu. Genç nesillere döneminde iyi hatıralar bırakarak ayrıldı.

Onun ağzında şu dörtlükle yazıyı bitirelim.

Palandöken Uludağ,

Altı mor sümbüllü bağ,

Seni vermem ellere,

Ne çeki bu canım sağ.

Ruhu şad, makamı cennet olsun.

28 Eylül 2015 Pazartesi

Yaşlılıkta Yetim Kalmak - Abdurrahman ZEYNEL Yazısı

Dünyada tüm sosyal olaylar insan etrafında döner durur. Dinler insan içindir. Kültürler ve medeniyetler insan ürünüdür. Kitaplar insan için yazılır.
Acılar, sevinçler, mutluluklar, insanın dünya hayatını ilgilendirir. Türküler, şarkılar, gazeller, hayaller, romanlar ve hikayeler sosyal hayatı ilmek ilmek dokur.
Bunlar olmadan insan hayatı monoton ve çekilmez olur. İşte yetimlikte böyle bir durumun neticesidir. Anadan, babadan, akranlardan ve çevreden ayrı kalmak.
Küçük yaştan beri çokça duyduğumuz bu kelime beynimizin derinliklerinde yer eder. Yetim kaldı, yetim doğdu, yetimler yurdu vs.

Aslında yetim kalmak beşeri ve sosyal iklimde etkisini en çok hissettiren kavram. Öyle bir kavram ki son peygamber, alemlere rahmet olarak gönderilen elçide “yetimdi”.
Bir insan tüm kabul edilen hukuk sistemlerine göre anasını, babasını özellikle küçük yaşlarda kaybetmiş insana yetim denir. Peygamberimiz Hz. Muhammed(S.A.S) önce babasını sonrada annesini kaybetmiş ve çocukluğundan itibaren yetim büyümüştür.

Şüphesiz yetimin koruyucusu Allah’tır. Emir ondan gelir. Bize düşen teslim olmaktır. Başka çaremizde yoktur. Çünkü “ondan geldik ona döneceğiz” ilahi hükmü gereği yapılacak bir şey yoktur.
Birde sosyal hayatta karşılaştığımız bazı olaylar var ki bunlarda yetim çocuğun yaşadıkları ile benzemesede bir nevi yetimlik sayılır.


Yazının Tamamı için tıklayınız

11 Mayıs 2015 Pazartesi

II. ULUSLARARASI TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ VE BÜYÜK GÜÇLER SEMPOZYUMU

Atatürk Üniversitesi tarafından ikincisi düzenlenen uluslararası Türk-Ermeni ilişkileri sempozyuma 100 yerli ve yabancı bilim adamı ve diplomatlar katılarak konuyu enine boyuna tartıştılar.
Açılış Konuşmasını Tarihçi Prof Dr. Erol Kürkçüoğlu yaparak şöyle dedi: Ermeni Meselesi batılı güçlerin Doğu Anadolu’da yeni bir Bulgaristan çıkarabilirmiyiz, Kafkasları kontrol edebilirmiyiz düşüncelerinden yola çıkarak Ermenilerin batı çıkarları için kullanılmasının adıdır diyerek işi özetlerken, Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen Ermenilerin bölgede yaptığı katliamları örnek vererek suçunun ve suçlunun batılların ve taşeron olarak kullandığı Ermeni Komitacıları olduğunu vurguladı. AVİM onursal başkanı ve Emekli Büyük Elçi Ömer Engin Lütem ufuk açıcı konuşmasında “artık Türkiye’nin savunma modundan çıkıp saldırı düzenine geçmesi gerekir. Tarihsel veriler bu konuda bize büyük destek vermektedir” dedi. Ayrıca Fransa ve Rusya’nın Ermenilerin yanında yer almasının sebebi olarak bu ülkelerin kendi çıkarları için Ermenileri kullanmasının altında yatan suçluluk psikolojisinden kaynaklandığını örneklerle izah etti.
Sempozyumun oturumlar bölümünde gerçekten bilimsel verilere dayanan, objektif sunumların bir bölümünü dinledim. Prof Dr. Yusuf Sarınay “24 Nisan 1915 yılında ne oldu sorusuna” cevap ararken bugün dünyanın aldatıldığını, Ermenilerin yalan söylediğini çünkü bu tarihte 235 Ermeni tedhiş örgüt üst düzey yöneticilerin tutuklandığını örneklerle belgeler ışığında izah ederken, Emekli Büyük Elçi Alev Kılıç “Ermeni iddiaların 100. yılda ulaştığı düzeyi anlattı”. Prof Ali Aslan 1921 yılında Ermenilerin Hatay Yayladağı’nda yaptıkları zulümleri tanıkların dilinden anlatırken Fransızların burada ciddi suçlarının olduğunu vurgulaması dikkat çekti. Dr. Mehmet Perinçek ise Ermeni ve Rus kaynaklarına dayanarak Ermeni Milliyetçi Hareketi ve Büyük Güçler başlığı altında Garegin Njde’nin olaylardaki rolünü anlatması Ermeni tedhişçiliğinin boyutlarını vurgulaması bakımından önemliydi.
Bir başka oturumda Prof Dr. Selami Kılıç; “Alman Arşiv Belgeleri Işığında Sevk ve İskan Kararının alınması ve Gerçekler” adlı sunumunda III. Ordu Kurmay Başkanın Alman Feliks Guze olduğunu, Almanların bu işe aslında ciddi katkıları olduğunu ancak Alman Belgelerinin tahrif edildiğini bu nedenle suçtan kurtulma isteğinin yattığını belirtirken, Okt. Evren Küçük ve Burak Kazan İsveç ve Ermeni Meselesi konusunda sundukları bildiride işin siyasal olduğunu ancak Türkiye’nin lobicilik ve örgütlenmede çok geri kaldığını vurgularken İsveç’te 120.000 Türk yaşarken 5000 civarında Ermeni , Keldani, Asuri bulunduğunu ancak bunları çok aktif olduğunu oylamada 131 e karşılık 130 oyla kararın kabul edilmesinde oturuma katılmayan Antepli Bakan Mehmet Beyin payı olduğunu örneklerle izah etmesi Türkiye’nin acil lobi çalışmaları yapmasını ortaya koyarken; Romanya’dan Katılan Prof. Dr. Liliana Elana Romanya arşivlerine dayanarak olayı ortaya kodu ve bu olayın tarihçilerin işi olduğunu, siyasilerin karışmaması gerektiğinin altını çizerken, Drt. Eray Bayramol Rus Kaynaklarına Göre Ermeni Meselesi ve Rus-Alman Rekabeti üzerinde durduğunu petrol havzalarına Almanların erişebilmesi için Almanların tıpkı Rusların Ermenileri kullandığı gibi Almanlarında Ermenileri kendi çıkarları için kullandığını bu yüzden Rus – Alaman rekabetinin ortaya çıktığını belirtti.
Dinlediğim bir başka oturumda Prof Dr. Ulvi Keser; “Ekmeğine İhanet Edenler; Ermeni Doğu Lejyonunda Görev Yapan Anadolu Ermenileri” adlı sunumunda Fransa önce Mısır’ın Port Saitte Ermeni gönüllülerini topladığı sonra Kıbrıs’a getirerek eğittiği bunların sayısının 5000 olduğunu vurgulayarak Çukurova ve Hatay bölgesindeki eylemlerin sorumlusu olduğunu Fransız kaynaklarına dayandırarak açıklamasının ardından Prof Dr. Taha Niyazi Karaca “İngiliz Liberal Partinin 1894 Sason Ajitasyonu ve Sir Ashamead Bartlett’in Tepkisi” konulu sunumunda Sason olaylarında 277 Ermeni , 1000’den fazla Müslüman’ın ölmesine karşılık İngiltere ve batı basınında rakamlar abartılarak 30 bin olduğu yazılmış bu işe Liberal Parti öncülük etmiş Sir Bartlett ise buna karşı çıkarak uluslar arası araştırma komisyonun verileri esas alınması için çalışmıştı. Doç Dr. Barış Özdal “AB organlarındaki 1915 olayları ile alınan kararların gelişimini” izah ederken sunumdan çıkan sonuca göre Türkiye’nin bu konuda aktif olamadığı, pasif kaldığı sonucunu çıkarırken, Yard. Doç Dr. Christopher Gunn sunduğu bildiride Ermeni meselesinde batının özellikle ABD deki lobilerin etkileri üzerinde durarak gelişmeleri objektif açıklaması bir başka sunumu oluşturdu. Bir Başka oturumda Prof Dr. Yavuz Aslan Ermenilerin Erzurum’da yaptığı katliamları ve özellikle Belediye Başkanı Hakkı bey ve Genceli Seyidov’un nasıl katledildiğini anlatmasının yanında Yard. Doç.Dr. Fikrettin Yavuz; Bir dönemler İstanbul’da Ermeni Patikliği de yapan Mıgırdıç Kırımyan’ın 1870’lerde yaptığı çağrıların ne kadar tehlikeli olduğunu ve “Demir Kepçe Vaazı” ile Ermeni tedhiş faaliyetlerini öne çıkarırken “mutlaka silahlı mücadele yapılmasını savunduğunu” ayrıntılarıyla anlattı. Yard. Doç. Dr. Türkan Polatçı sunduğu tebliğde ise “20. Yüzyılın İlk Çeyreğine tanıklık eden Bir siyasinin gözüyle Türk-Ermeni ilişkilerini” açıklaması işin bir başka boyutunu vurgulaması açısından önemliydi. Bir Başka Oturumda Dr. Bekir Tank; “Avusturya gizli belgelerinde Türk-Ermeni ilişkilerinin Avusturya cephesini” anlatması, Drt. Mehmet Oğuzhan Tulun; “2. Dünya Savaşında ABD’nin vatandaşı olan Japon kökenlilerin hiç bir suç işlemediği halde ülkenin iç bölgelerinde toplama kaplarına nasıl götürdüğünü” izah ederken, benzer Özelliklerin İngilizlerin “Güney Amerika’da” daha büyük oranda uyguladığını 18 bin insanın öldüğünü açıklaması dikkate değer bir başka sunumdu. Okt. Ferdi Daşdemir ise 1. Dünya Savaşı içinde Özellikle Ermeni çetecilerin terör saldırıyla Doğu Anadolu’dan Yüzbinlerce Sivil ahalinin İç Anadolu’ya göç ettiğini , göç edenlerin yollarda ciddi kayıplara uğradığını anlatması yaşanan Müslüman Türklerin acılarını dile getirmesi de şimdiye kadar dikkat edilmeyen bir başka konuydu.

Bunların dışında katılıp dinleyemediğim 100’e yakın tebliğde bir o kadar önemliydi. Sonuç bildirgeside yine tarihe tanıklık etmiş bir mekanda bilim adamları, Vali, Belediye Başkanı ve Rektörlerin katılımıyla dünya kamu oyuna açıklandı.
Özetle 1878 yılından itibaren Büyük devletlerin Kafkaslarda ve Doğu Anadolu’da ki güç gösterilerinde Ermenilerin Batılı ve Ruslar tarafından kullanıldığı buna karşılık sivil Müslüman ahalinin bu olaylarda çok acı çektiği belirtildi.
Bu sempozyumda büyük emeği geçen Prof. Dr. Erol Kürkçüoğlu, Dr. Mevlüt Yüksel ve diğer ilgililere ayrıca teşekkürlerimizi sunarız.

Abdurrahman ZEYNAL Erzurum Yazıları

25 Ocak 2015 Pazar

Karaköse Mahallesi – 3 - Erzurum Yazıları

Morgof veya Morgov Kışlası

Ne zaman yapıldığı kesin bilinmeyen, Mumcu Caddesiyle Cumhuriyet caddesinin kesiştiği bölümde Yakutiye Medresesinin Güney-batı tarafında bulunan bir Osmanlı kışlası idi. Abaza isyanından sonra yapılmış zamanla yıkılmış bir saray olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Ancak Yusuf Ziya Paşanın döneminde yaptırıldığı askeri bir kışla idi. Bina Morgov veya Morkof olarak isimlendiriliyordu. Gerek Abdurrahim Şerif Beygu, Gerekse İbrahim Hakkı Konyalı kışlanın içinde Osmanlı – Rus savaşında bir Rus komutan oturduğu için bu adı aldı demesine karşılık Doç. Dr. Murat Küçükuğurlu’nun yaptığı incelemeye göre Bina Morgov Hanın sarayı idi ve adını oradan almakta idi. Kışlanın içinde askerlerin kaldığı yatakhaneler, atların bağlandığı ahırlar ve samanlıklar bulunmakta idi. Birinci Dünya savaşında bir ara hastane olarak kullanılmış, o acılı yıllara tanıklık etmiş bir Osmanlı eseri idi.

Cumhuriyet döneminde yine askeri amaçla kullanılmakta iken özellikle 1965 yılından sonra Kışlanın Belediyeye devredilmesi için çok çalışılmış, bir ara Astsubay Ordu evi olarak da kullanılmıştı. Bizim kuşaklar azda olsa bahçede oturup çay içmiş, Cumhuriyet caddesini seyretmişliğimiz vardı. Ancak kışla Yakutiye medresesini gölgeliyor diye devrin yöneticileri askeri binaların şehir dışına çıkarılmasını savunuyorlardı. 1975’lerde dönemin Belediye Başkanı Orhan Şerifsoy yürüttüğü görüşmeler sonucu binayı askeriyeden alıp sivilleştiriyordu. Ancak bina artık eskimiş sanat yönünden bir değeri yoktu ama tarihi bir binaydı. O dönem kışlanın adının Morkof olması yükselen milliyetçi söylemlere tersti. Bir Rus komutanının karargahı ortada durmamalıydı ve yıkılmalıydı görüşü şehirde ağır basmış ancak “Anıtlar Kurulu” Prof. Dr. Fahrettin Kırzioğlu hocanın girişimiyle tarihi eser olarak tescil edilmiş böylece yıkılmasının önüne geçilmişti.

Bunun üzerine Erzurum gençleri binanın yıkımı için imza kampanyası başlatmış 50.000’den fazla imza toplanmıştı. 1977 yılında yapılan seçimi Nihat Kitapçı kazanmış oda yıkılması yönünde çaba sarf etmişti. Ancak kanunda yıkımı engelliyordu. 24 Temmuz 1978 yılında bir gece kimliği belli olmayan birileri binanın içine bombalar atmış sonuçta binada ciddi hasarlar oluşmuştu. Ancak hala yıkım izni çıkmamıştı. Bina ancak 1979 yılının son aylarında tamamen çökmüş ve yıkılarak enkazı taşınmıştı. Bir Osmanlı eseri olan Morgov kışlası halkın yanlış bilgilendirilerek güya bu muhteşem yapı Rus Komutan yaptırdığı şayiası çıkarılarak yine 1979 yılında yerle bir edilmiş böylece bir tarih yok edilmişti.

Yakutiye Medresesinin Güney – Doğu tarafında Cumhuriyetin başlarında yaptırılan 2 katlı taş binada ne yazık ki 1980 öncesi aynı akıbete uğramaktan kendini almamıştı. Bu bina uzun yıllar İl özel idaresi binası olarak, zemin katı ve bodrum katı toplum polisliği tarafından kullanılmış güzel bir binaydı. Eh ne yazık ki bu eserde yok edilenler kervanına katılmıştı.

Ali Ağa Medresesi:

Ali Ağa tarafından Lala Paşa Camii yakınlarında yaptırılan ahşap medrese uzun yıllar talebelere mekan olmuştu. Ali Ağa Kasım Paşa mahallesinde oturmuş olup aslen Ilıcaya bağlı Tosik köyündendi. Müftüzade Abdullah Edip Efendi uzun yıllar medresenin müderrisliğini yaptı. 1926 yılında vefat etti. Cumhuriyetle başlayan yeni imar çalışmaları, vakıfların kapatılması sonucu bina bakımsız kalmış yıkılarak yok olan medreselere katılmıştı.


Abdurrahman ZEYNAL